Geçen hafta tanık olduğum bir durumdan sonra kendimi bu durumu düşünmekten alıkoyamadım ve içten içe çok üzüldüm. Bir nebze rahatlamak için bu yazıyı yazmaya karar verdim...
Üniversitede hazırlık okuyanlar bilir, haftada ortalama 18-25 saat İngilizce görürsünüz. Kimi zaman bu dersler becerilere göre ayrılmıştır; dil bilgisi, okuma-yazma ve dinleme-konuşma dersi gibi... Dili öğrenebilmek için ezber mantığından kurtulmak gerekir. Dolayısıyla yapıları, kullanımları hangi anlamda, hangi durumda kullanmalıyız bunun mantığını kavramak önemli hale geliyor. Şimdiki kitaplar da eski kitaplardan oldukça farklı, İletişimsel Dil Öğretimi yani Communicative Language Teaching ön planda tutuluyor. Bu durumdan dolayı da öğrencilerin konuşabileceği pek çok gündelik hayatla ilgili sorular bu kitapların içinde yer alıyor. Bu sorular ünite başlangıcında, ortasında veya sonunda öğrencilerin cevaplarken öğrendikleri dil bilgisi kurallarını pekiştirmeleri için onlara önemli bir fırsat sunuyor.
Şimdi asıl konuya geçebiliriz. Yine bu sorulardan birini konuşma sınavında bir öğrenciye sordum, daha doğrusu seçtiği sayıdaki soru oydu ve gelen cevap beni o kadar üzdü ki.... Soru aynen şu "Do you like taking selfies? Yes or no? Why (not)?", Türkçesini yazacak olursak "Özçekim yapmayı sever misin? Evet veya hayır? Neden?". Öğrenci bir dakika bile düşünmeden şöyle bir cevap verdi: "Hayır, sevmem çünkü kendimi sevmiyorum.". Bu cevap karşısında beynimden vurulmuşa döndüm ve hemen "Neden? İyisin, yakışıklısın ve karizmatiksin. Bence denemeli ve sevmelisin." dedim. Tabii ki olay orada özçekim yapmayı sevip sevmemesi değil ama kendini neden sevmesin ki? Daha sonrasında farklı sorularla konuşma sınavı aktı gitti ama bu an benim beynime çoktan kazınmıştı. Sınav bitiminde uzunca bir süre bunu düşündüm. İnsan kendini neden sevmez? Sevmek sadece dış görünüş müdür? İyi olduğu yanları yok mu? Buna odaklanamaz mı? Ailesi veya arkadaşlarıyla ilgili bir sorun mu yaşadı? Onu bu düşünceye iten nedir? ve daha nice sorular... Öğrenci benim girdiğim sınıflardan birinde olmadığı için onu yakından tanımıyorum maalesef, kişiliğine dair bir yorum yapamıyorum ama genel anlamda bazı şeyleri düşünmeme vesile oldu ve onları da sizlerle paylaşmak istiyorum.
Aslında her çocuk doğumundan itibaren ailesi tarafından sevildiğini, güvenli bir ortamda olduğunu ve önemli olduğunu hissetmeye ihtiyaç duyar. Maalesef her birimiz bazen bu kadar şanslı olamıyoruz, orası ayrı konu ama ben daha sıradan her şeyin daha normal gittiği bir aile üzerinden örneklendirmemi yapmak istiyorum. Diyelim ki çocuğumuz, güzel bir aile ortamına doğdu. Anne ve babası onu seviyor, sevdiğini gösteriyor, hissettiriyor. Her şey güzel ama bence yine de yetmez, sözlerin bizim üzerimizde yani psikolojimizde ayrı bir yeri var. Her ne kadar anne ve baba iyi de davransa çocuğun psikolojisini sözel olarak da beslemeli diye düşünüyorum. "Seni seviyorum. Çok yardımseversin, seninle gurur duyuyorum. Başkalarına karşı ne kadar kibarsın, bu çok hoşuma gidiyor" gibi ifadelerle çocuğun iyi yönlerini pekiştirmeli ve belki de çocuğa bunlarla ilgili bir bilinç aşılamalıyız veya diğer bir deyişle kendini sevmesini öğretmeli, sevilecek yanları olduğunun farkına vardırmalıyız. Kendini sevmeyen, kendi içinde mutlu olmayan bir insan nasıl çevresini mutlu edebilir? Nasıl zorluklarla baş edebilir ki? Zorluklarla baş etme gücü çoğu zaman içten gelir ve bence ana kaynağımız öz sevgidir. Bunun hayatımızda psikolojimiz için ne kadar mühim olduğunu anladığımızda bir şeyler değişebilir, belki de her şey değişebilir.
Bir diğer konu ise çocuklarımız kendini tanımadan büyüyor. Üniversitenin ilk haftasında neden bu bölümü seçtiniz sorusuna kendini ve kendi özelliklerini tanıdığını için kazandığı bölümü seçen öğrenci sayısı biraz az ne yazık ki! Genelde "Yazdım geldi. Bir fikrim yok. Mühendislik iyi işte! Ailem istedi." gibi cevaplar alıyorum. Kendimizle ilgili neyi sevdiğimiz, neyi yapmak istediğimizi bilmek kadar nelerden hoşlanmadığımızı, neleri asla yapmak istemediğimizi bilmek de önemli diye düşünüyorum. Yani mesela sabahtan akşama kadar masa başında bilgisayar ekranına bakarak çalışacağın bir işi gerektirecek bir bölüm okuyorsan ama yapısal olarak buna uygun değilsen muhtemelen ya tüm hayatını mutsuz bir iş hayatıyla geçireceksin ya da çok sonradan aklına dank edecek ve kendine uygun bir bölümü okumak için yeniden üniversiteye başlayacaksın ki genelde bunu yüzdelik dilimde çok az kişi yapar. Çünkü insanlar belli bir yaştan sonra bazı şeylere zaman kaybı olarak bakmaya meyleder, nedeni de çoğu zaman kendini yaşıtlarıyla kıyasladığı içindir.
Belki de yabancı medyada sıklıkla gördüğümüz "mental health" yani akıl sağlığımız için ve kendimizi tanımak için okullarda zorunlu bir ders olabilir. Özellikle de ergenlik döneminde insan kendini bulma yolculuğuna çıktığından dolayı liselerdeki rehberlik derslerinde bu gibi şeylere odaklanmak iyi olabilir. Ben kimim? Neleri severim? Neleri sevmem? Nasıl bir iş hayalim var? Hayata dair hayallerim neler? Hayalleri de iki kategoriye ayırabiliriz: 1) Gerçekleşmesi imkansız bile olsa fantezi dünyamızı hayal gücümüzü besleyen bilişsel hayaller. 2) Ulaşmayı/gerçekleştirmeyi hedeflediğimiz hayaller. Çünkü bazen bazı hayaller gerçekleşmek zorunda değildir, o hayalin varlığı, düşünülmesi bile bizi mutlu edebilir ve eğer mutlu ediyorsa yeterlidir diye düşünüyorum.
Bu yazının yazılmasında ve bu fikirlere ulaşmamda, beni ben yapan düşünceleri derinlemesine düşünmemde üzerimde çok büyük etkiye sahip olan bir kitap var. O kitabı da sizlerle paylaşmak istiyorum. Ahmet Şerif İzgören'in yazmış olduğu Avucunuzdaki Kelebek kitabını okuduğunuzda kendi içinizde bir yolculuğa çıkacaksınız ve bence hem hayata hem de kendinize dair düşünceleriniz yeniden şekillenecek. Kitabın semineri de youtube üzerinde mevcut, dilerseniz ilk bakış için onu da izleyebilirsiniz.
SEVGİyle kalın...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
EĞER TESADÜFEN YA DA HERHANGİ BİR ŞEKİLDE BU YAZIYA ULAŞTIYSANIZ VE OKUDUYSANIZ, LÜTFEN YORUM YAPIN! :)
Yorumlarınızı bekliyorum...
---
Waiting for your comments...